• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ihkav
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=05558782155
  • https://twitter.com/ebibsa
  • https://www.youtube.com/user/ebibsa
Hava Durumu
EBR Medya & Ajans

ebr logo

Koloni Youtube
İkinci ticari uydu
Üyelik Girişi
Haberler
Site Haritası
Takvim

BURSA’DA, ERDEMLİ BİR ŞEHRİN İZİNDE

Ünlü Müslüman filozof Farabi’nin dünya literatürüne kazandırdığı, orijinal adı “El-Medinet’ül Fadıla” olan, Türkçeye “Erdemli Şehir” diye çevirdiğimiz kavramın önemi, modern kent mimarisini izledikçe biraz daha artmaktadır.

Bilim ve teknolojide ilerleme gibi lanse edilerek, şehirleri kente, oradan da bütün dünyada birbirine benzetme yarışı, bugün çılgınlığa dönüşmüş durumdadır. Dünya metropolleri ile kadim şehirleri kısa bir tur yaparak karşı karşıya getirdiğimizde tablo bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Dünkü şehirlerin kimliğine, hatta kişiliğine bakılırsa şimdiki kentlerin tek tipliği şaşırtıcı gelecektir.

Mimari dışındaki sanat alanlarından ünlü isimleri hatırlayacak olursak büyük bir kesimini yaşadığı şehirle beraber hatırlamaktan geri duramayız. İstanbul denildiğinde Şeyh Galip, Nedim, Yahya Kemal, Orhan Veli hemen hatırlanır. Bağdat ile Fuzuli, Şiraz ile Şeyh Sadi, Konya ile Celalettin Rumi, Urfa ile Nabi, Adana ile Yaşar Kemal, Filistin ile Mahmut Derviş, Nizar Kabbani, Prag ile Franz Kafka, Petersburg ile Fyodor Dostoyevski, Paris ile Victor Hugo, Baudelaire, Dublin ile James Joyce sanki iki aynı kişilik gibidirler.

Bursa cezaevinde yatan Nazım Hikmet’in bu şehirle ilgili acı tatlı yığınla hatırası vardır. Günün birinde Bursa Cezaevi’ne Adalet Bakanlığı’ndan bir müfettiş gelir. Nazım Hikmet’in burada yattığını bildiği için kendisiyle tanışmak amacıyla onu müdürün odasına çağırtır. Adam Nazım’ı aşağılayan bakışlarla süzerek “demek Nazım Hikmet sensin” der. Ve oturtmak için yer bile göstermez; görüşmeyi
bitirerek mahkûmun odadan çıkmasını ister. Nazım Hikmet tam kapıdan çıkarken geriye dönerek
müfettişe;
– Bayım, Ömer Hayyam’ı bilir misiniz diye
sorar. Adam;
– Elbette, onu kim bilmez diye cevaplar. Nazım Hikmet bu sefer tekrar sorar;
– Ömer Hayyam dönemindeki İran hükümdarını tanıyor musunuz?
Müfettişin cevabı olumsuzdur. Nazım Hikmet, öldürücü sözünü söyleyerek dışarı çıkar;
– İşte böyle, sanatçıyı hemen tanıyorsunuz lakin hükümdarı unutmuşsunuz. Yarın bu toplum sanatçı olarak beni hatırlayacak ama sizi unutacaktır.



Nazım Hikmet’i Bursa ile beraber hatırlamanın başka sebepleri de vardır. Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı adlı uzun, destansı şiir, Bursa ve İznik kasabası ile dopdoludur. Ayrıca onun Bursa Kalesi adlı bir şiiri de vardır. Orada cezaevini bir kaleye benzetir. “Uludağ’a Dair” şiirindeki şu dizeler bir hayli dokunaklıdır:
Yedi yıldır Uludağ’la göz göze bakışıp dururuz.
Ne o kımıldanır yerinden, Ne ben,
Lakin birbirimizi yakından tanırız. Bazen,
Hele kışın
Hele rüzgâr kıbleden estiği zaman Memleketimi seviyorum
Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı Memleketimin şarkıları ve tütünü gibi…

Ahmet Hamdi Tanpınar da Bursa ile beraber anılmayı hak etmiş önemli bir sanat adamıdır. Beş Şehir adlı ünlü eserinde Bursa’yı anlattığı satırlar unutulsa bile onun Bursa’da Zaman adlı harika şiiri asla unutulmayacaktır.

Şehirleri inşa eden mimarlar tabiata estetik bir dokunuşla vahşi ve bakir olanı ehlileştirmişlerdir. Bursa’da şehrin batı yakasındaki Çekirge tepesine kondurulmuş bulunan, 1. Murat tarafından inşa ettirilmiş Hüdavendigar Külliyesi ile şehrin doğu tepelerin- den birisine kondurulmuş Yıldırım Beyazıt Külliyesi, hangi yönden şehri gözetlerseniz mükemmel siluetler verirler. Ne var ki şehir büyüyüp genişledikçe bu birbirine dönemine göre oldukça uzak sayılacak bu iki tepenin ortasına denk düşen alan boş kalmıştı. Mimar Hacı İvaz Paşa bunu öylesine isabetle keşfetmiştir ki bugünkü Yeşil semtine Çelebi Mehmet Külliyesi ve türbesini kondurarak, silueti muhteşem bir biçimde tamamlamıştır. Denilebilir ki Bursa, dünya şehirleri arasında kendine mahsus kişilik ve kimliğini işte o tarihte tamamlamıştır.

Görülmektedir ki sanat insanlarının şehir ile alakası şehre bir kimlik, kişilik kazandırmıştır. İnsan köksüz ve başıboş bir yaratık değil, bunu biliyor ve görüyoruz. Onun tabiat karşısındaki konumunun da farkındayız. Şöyle ki; tabiat bir tür alınyazısıdır. Mühürlenmiş, nakşolunmuş, kapatılmış, bulunduğu, var kılındığı konumu/durumu değiştirme imkân ve iradesi bulunmayan demektir. Su akar, ateş yakar ve dünyanın bütün tilkileri kurnazdır. Gelin görün ki tabiatın yanında insan, aynı konum ve durumda değildir. Hatta onun bir tabiatı yoktur. Zira insan bir ‘fıtrat’ üzere yaratılmıştır. Fıtrat sözcüğü, tabiattan çok farklı anlamlar içerir. Tabiat; örtülmüş, kapatılmış demek iken fıtrat; yarmak, açmak sözcüklerinden hareketle insanda ‘açık bırakılmış olmak’ biçiminde tezahür etmiştir.

Yani insan yaratılışı bir nakşolunma, örtülme, kapatılma ve de alın yazısına bağlanmamış, aksine davranışlarında özgür bırakılmıştır. Bu anlamda görmek isteyen herkesin rahatlıkla tespit edebileceği gibi her insan biriciktir.
Biricikliğini koruması için bütün insanlarda potansiyel anlamda davranışlarını dilediği gibi yönetme, yönlendirme yetisi mevcuttur. Ne var ki bu yetiyi herkes yeterince kullanıyor mu; sorun buradadır. Büyük çoğunlukla insanlar tembelliği, meskeneti seçerek birilerini kopyalayıp geçici rahatlığa yönelirler. Birilerine benzeyerek özgür seçimli bir yaşama modeli yerine kopyacı, ezberci ve çoğu kere bitkisel bir hayat modelini yaşamaktadırlar. Böylece Hong Kong’u New York’a benzetmeyi marifet sanırlar.

Birbirine benzemeyen insanlar, birbirine benzemeyen imal ve inşa faaliyetleri içeri- sinde bulunmalıdırlar. Beklenen, olması gereken ve geçmişten bu yana bir hayli örneği bulunan da böylesi bir var oluş çabasıydı.

İnsan üzerinde düşünmeye başlamışken şunu da vurgulamadan geçmeyelim. İnsan daha doğuştan tertemizdir. Eşyanın aslı nasıl helallik taşıyorsa insanın aslı da günahsızdır. Bu durumda temiz ve günahsız olan insan aynı zamanda medenidir de. Medeniyet, negatifi bulunmayan bir kelimedir. Mesela ahlak kelimesinin negatifi vardır. İyi ve kötü ahlak isimlendirmesi yapabiliriz. Ne var ki kötü medeniyetten söz edilemez. Bu durumda başlangıçta temiz ve günahsız olan insan fıtratının bozulmamış haliyle ürettiği, yarattığı her eylem ve ürün medeni olacaktır. Medeniyetin negatifi yoktur ama zıddı vardır: vahşet. Ünlü Filozof Farabi, başta da sözünü ettiğimiz gibi Müslümanların yaşadıkları modeli isimlendirirken muhtemelen insan fıtratını hesaba katarak Erdemli Şehir demiştir.

Yeryüzünde tarih boyunca insanların bölgesel anlamda konuşlanma çabalarına bakıldığında karşımıza sayısız model, işte bu temel sebepten ötürü, evvela insanların biricikliği, ikinci olarak da tabiat karşısındaki üstünlüğünü fark edişinden çıkmaktadır. İnsan, tabiata dokunurken, iradesini, düşünme melekesini işleterek, orada öylesine bir yaşam alanı var etmelidir ki, kendisini tabiat karşısında mağlup değil galip pozisyona yükseltmeli ve tabiattan daha üstün vasıflara sahip bulunduğunu, kurda- kuşa karşı bile, her seferinde manifesto ilanı gibi ortaya koymalıdır.

Son Allah Elçisi’nin izinden giden müminlerin yeryüzünde kendi elleriyle inşa ettikleri ilk şehir Bağdat olarak bilinir. Malum, Irak coğrafyasında önceki yerleşim bölgesi Babil, bugünkü Bağdat’ın yerinde değildi. Bağdat’ı mesken tutan müminler Fırat ve Dicle ırmaklarının havzasını da hesaba katarak Şam’dan sonra Bağdat’ı başşehir olarak kullanmışlardır.

Başka bir model üzerinde de durulabilir. Medeniyetin hicretlerle alakası, Son Allah Elçisi’nin Hicreti, kendi müminleri bakımından Milat olarak başlatmasıyla bir kez daha kanıtlanmıştır.

Anadolu’ya göçlerle gelen Orta Asyalı Müslümanlar, daha önce kurulmuş bulunan Bizans ve Rum şehirlerine yerleştiler. Ama onlar bununla yetinmediler. Anadolu topraklarında bizzat kendi elleriyle yepyeni şehirler de inşa ettiler. Bunların hatırlanan en ilki bugünkü Eskişehir, Odunpazarı ilçesi olarak biliniyor. Odunpazarı bölgesindeki yerleşim biçimi ile Göynük, Safranbolu, yıkılmış olmasına rağmen eski Harput arasındaki benzerlik bize ne anlatıyor? Birbirine yakın karakterler taşıyan bu yaşama mekânları, buralarda yaşayan insan topluluklarının düşünce, inanç, hayat anlayışı, yeryüzüne/tabiata bakışları hakkında ciddi ipuçları taşımaktadır. Bugün mekteplilerin sosyokültürel diye adlandırdıkları açıdan bakıldığında, Müslümanların İslam’ı ihmal etmeden önceki zamanlarda inşa ettikleri şehirlerin genel karakterinde, hilal biçiminde bir yerleşim modeli seçtikleri anlatılır. Doğrudur, merkezinde mescidin bulunduğu şehirlerde mescit çevresinin çarşılarla donatıldığı, bu ikisi dışında da dört yöne dağılan meskenlerin, kendi aralarında mahalle kültürünü gözeterek konuşlandığı görülmektedir. Bursa şehrindeki ilk dönem Osmanlı mescitlerini bilenler, buralarda yalnızca namaz kılınmadığı, sosyal ve siyasal hayatın gereklerinin de yerine getirildiğini hatırlayacaklardır.

Yıldırım Külliyesi, Orhan Camii, Muradiye, Hüdavendigar, Çelebi Mehmet mescitlerinin tamamında Hünkâr Mahfili ile beraber mescit çevresinde kimi Kadı, kimi Vezir, kimi başka devlet işlerini yürüten bürokratlara ayrılmış ilave mekânlar mevcuttur. Yani mescitlerde orduya talimat verilmekte, nikâh kıyılmakta, mahkeme işleri yürütülmekte, elçiler ağırlanmaktadır. Din de devlet de oradadır. Asla birbirinden ayrı, kopuk değildir. Yönetenlerle yönetilenler arasında kalın saray/saltanat duvarları henüz bulunmamaktadır.

Bütün bu değinmelerden maksadım, davranışlarında hür bırakılmış bulunan insanın, nitelik ve estetik gözeterek yarattığı eser, ortaya koyduğu hayatla, bunu gözetmek- sizin davranarak ürettikleri arasındaki karşılaştırmaya dikkat çekmektir. Türkiye bakımından Yeni Mardin ile Eski Mardin, Yeni Urfa ile Eski Urfa bize çok şeyler anlatacaktır. Her iki şehrin de eskileri bize şehir mimarisinin başlı başına bir sanat olduğunu kıblesinin ne yana düştüğünü bilmediğiniz bir yerleşim yeri, ne kadar sizi temsil eder, ne ölçüde o size, siz ona aitsiniz. Kimliğinize ve kişiliğinize hiçbir şey katmayan bir dünya mekânı neye yarar?

Eski şehirlerin insan zihnini ve kalbini bütün potansiyeliyle aktif kılarak derin bir tefekkür dünyasına, farklı bir felsefi atmosfere taşıyacağı açıktır.

Şehirlerin yeni şekli bakımından tümünün birbirinin benzeri olduğu gökdelenlerin, betonarme yapıların, yine Türkiye bakımından bütün şehirlerdeki TOKİ yapılarının böyle bir fırsat, imkân ve hayal dünyası yaratabilmesi asla mümkün değildir. Yoksul insanları alelacele mesken sahibi yapalım
derken, yeryüzünde yaşayan öteki insanların ruh dünyalarına darbeler vurmanın ne anlamı vardır?

Ruh dünyasını körleştirmenin de bir tür yoksulluk olduğu ne zaman hatırlanacaktır? Geçmişte yeni bir mesken inşa etmek arzusu taşıyan, devletin de değil insan tekinin, bir Müslüman’ın, komşularının meskenlerini mutlaka görüp gözeterek, onların güneşini, rüzgârını, manzarasını, kapısının önünü, hülasa konforunu hesaplayarak, bunları rahatsız etmeme hassasiyeti taşıdığını boşuna mı övünerek anlatıyoruz.

Şehirlerin kendi başlarına elbette bağımsız, nevi şahsına münhasır ve mahsus bir felsefesi vardır, olmalıdır. 

Eğer sanatkâr gözüyle inşa edilecekse şehir mimarisinin, evvela bölge insanının folkloru, özgün musikisi, söz sanatları, masalları, türküleri, şiiri ile irtibatı mutlaka bulunacaktır. Bir ömür yaşama mekânı olarak tasarlanan mesken ve öteki kullanım alanlarının insanların gündelik hayatlarına dokunan bütün ihtiyaçlarını en pratik, rahat ve huzurlu biçimde karşılaması hesaplanmalı değil midir? Bir yabancının ayağı değdiğinde onun ilk kez karşılaşıp hayrete düştüğü, hayranlık duyduğu, burada yaşayanın da kendisini yabancıya göstermekten iftihar ettiği birer sanat eseri olmalıdır şehirler. Çünkü böyle şehirler vardır.

​​​​​​​​


Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar34.258034.3953
Euro37.310137.4597
Saat